Evrensel Gazetesi köşe yazarı olan Fevzi Özlüer bugünkü yazısında Marmara Bölgesi’ndeki yapılaşmayı anlattı.Her dönemin en akıllı yatırım yollarından birisi oldu, imara açılan bir bölgeyle ilgili erkenden duyum almak. Bir alanın imara açılacağının, yol geçeceğinin, bir kamu yatırımının gerçekleşeceğinin önceden haber alınmasıyla köylünün elinden arsa ve arazi toplandı. Bir süre sonra gerçekleşmesi muhtemel kamulaştırmalar için hazırlık yapanların elde ettiği toprak rantı temelinde arsa ve arazilerin kaderi biçimlendi. Çanakkale’nin iki yakasını birbirine bağlayacak Marmara Denizi’nin dördüncü köprüsü haberleri çıkalı da 3-5 yıldan uzun zaman olmuştu. İstanbul sanayisinin Balıkesir ve Çanakkale hattına kayacağına dair planlar gündeme gelmeden bu köprü konuşulmaya başlanmıştı. Marmara Denizi’nin etrafına kurulacak bir ring sistemi için bu köprünün bir zaruret olduğu o kadar yaygın bir inanç haline gelmişti ki köprünün yapılacağı söylenen köylerden arsa kapatanlar çoktan zengin olduklarını düşünüyordu. Buna göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın planlama perspektifine göre, önümüzdeki yıllarda İstanbul küçülecekti. Ağır sanayi bölgesi Çanakkale hattına kaydırılacaktı. Şehrin yoğun nüfusu da tarihi kent merkezinden oluşan çekirdek korunmak üzere bir kısmı kuzeye kaydırılacaktı. Böylece muazzam nüfusuyla taşıma kapasitesinin sınırlarını aşan İstanbul’da sürdürülebilir bir kentsel yapılanmanın önü açılacaktı. İstanbul’u planlarda odak alan bu bakış açısı 2030’lu yıllarda şehrin nüfusunu aşağıya çekmeyi ve Marmara Bölgesi ölçeğinde kırsal ve kentsel yeni bir yapılanmaya işaret edildiğini düşündürebilirdi.
2030 ETKİLERİ
Ancak bu kararlar 2012 yılı öncesinde biçimlenmeye başlamıştı. Çevre ve Orman Bakanlığı bir bakanlıktı. Sonra bu bakanlık ikiye bölündü. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak iki Bakanlık doğdu. Rekabetçi kamu yönetimi anlayışı, yerel yönetimlerden merkezi idareye de sirayet etti. İstanbul için planlar kabul ediliyor, yatay şehirleşme perspektifleri Başbakan ve hükümet politikası olarak şekillenirken, şehrin nüfusunun küçültüleceği ve hatta şehre pasaport ile girilmesi gerektiği kamu otoriteleri tarafından dillendirilirken geçtiğimiz yaz aylarında bir proje gündeme geldi. İstanbul’un 2030’lu yıllarda nüfusunun artacağı ve su ihtiyacının da artacağı öngörüsüyle o yıllar için düşünülen Sungurlu Barajı projesi büyük bir yatırım olarak gün yüzüne sunuldu. Melen projesinin daha altı soğumamıştı ki bu da nerden çıktı diyordu herkes. Gerekçe ise çok makul gibiydi, 2030’lu yıllarda yaşanması muhtemel iklim olayları ve kuraklık Türkiye’yi erkenden etkileyecekti ve önümüzdeki yıllar için önlemler alınmalıydı. Somut bir öngörü ve projeksiyondan ziyade, olası riski bir korku stratejisi ekseninde yatırıma dönüştürme gayreti olduğu seziliyordu. İstanbul’un küçüleceği ve buna yönelik de bir alt yapı hizmetinin oturması gerektiği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından politika olarak uygulanırken, şehrin büyüyeceği ve su ihtiyacının artacağına yönelik Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın projesi neyi ifade ediyordu?
DEVLETİN İKİ AYRI İSTANBUL STRATEJİSİ Mİ VAR?
Bir devletin iki bakanlığının iki ayrı İstanbul’u ve buna yönelik iki ayrı stratejisi olabilir miydi? Olabilirdi. Lakin daha başka bir ihtimali de düşünmek gerekirdi. Sungurlu Barajı’nın etkileneceği köylerin bulunduğu alan Kocaeli sınırları içinde önemli tarımsal niteliği olan ve iklim değişikliğinden kısa vadede göreli olarak daha az etkilenecek yerlerdir. Bu alanların önümüzdeki yıllarda İstanbul ve Marmara bölgesi için paha biçilmez bir ekolojik değeri ortaya çıkacaktır. Bölgedeki tarımsal yapıyla birlikte turizm potansiyelinin mevcut parçalı mülkiyet yapısı içinde sermayeleştirilmesi için bir projenin icat edilmesi söz konusu olabilir. Sungurlu Barajı projesi şu anda ÇED sürecinde. Proje ÇED olumlu kararı aldıktan kısa bir süre sonra projenin etkileyeceği ifade edilen 18 köyde hızlıca acele kamulaştırmalar başlayabilir. Acele kamulaştırmalarla hızlı bir biçimde mülkiyetin el değiştirmesi süreciyle karşı karşıya kalınabilir. Bölgede belki de Sungurlu Barajı projesi bu mülkiyet değişikliği sonrasında rafa dahi kalkabilir, keza mevcut İstanbul projeksiyonlarına göre bu projenin hayat bulmasının da bir anlamı görünmüyor. O halde icat edilmiş bir proje ile sermayenin toplulaştırılmasına yönelik bir proje ile karşı karşıya kalabiliriz. Bu proje için yatırım teşvikleri ve ihaleler bile gerçekleştirilebilir. Sahi Deriner Barajı projesi de böylesine büyük bir projeyken acaba gerçekten üzerine yüklenen anlamların ne kadarını yerine getirmişti! Meseleye buradan baktığımızda yeni bir manzara ile karşı karşıyayız demektir. Arsa spekülasyonlarının hızlanmasına yol açan ve büyük projeler olarak sunulan işlerin Türkiye’nin kapitalist kalkınma hedefleriyle dahi bağlantısı kurulmadan emlak balonu gibi şişiriliyor. Ardından da büyük oranda emlak piyasasının hareketlenmesine yol açan sıcak para akışına sahne olunuyor. Ardından başka bir yerde başka bir proje patlıyor. Ya Çanakkale’ye dördüncü köprü yapılmayacak ya İstanbul küçülmeyecek ya da Sungurlu Barajı hayat bulmayacak eğer bu üçünü de bir arada yapmayı düşünen bir perspektif varsa ortada birbirinden haberdar olmayan veya otonom Bakanlıklar vardır ya da birileri fena halde aynı anda farklı alanlarda arsa spekülasyonlarını tetikliyordur. Başka türlü düşünmemiz için bir neden var mı? Dünün “verilecek tek bir çakıl taşımız dahi yok” sözü “kontrolümüzden kaçacak tek bir arsamız dahi yok”a dönüşüyor.
Fevzi ÖZLÜER/Evrensel