TÜİK verilerine göre Türkiye’de 2000 yılında 861 olan hastane sayısı 2014 yılında 1.528’e yükseldi. Bu hastanelerin %56’sını devlet hastaneleri, %36’sını özel hastaneler, %5’ini üniversite hastaneleri oluşturdu. Toplam yatak sayısı 2000’den bu yana %53 oranında artarak 206.836’ya ulaştı. 1.000 kişi başına düşen yatak sayısı ise 2000 yılında 2,08 iken 2014’te 2,66 oldu. Toplam sağlık harcamaları ise yaklaşık 8 milyar TL’den 95 milyar TL’ye yükseldi. Sağlık Bakanlığı, Kamu Özel İşbirliği modeli ile hayata geçirilecek Şehir Hastaneleri tamamlandığında 40.000’den fazla yatak kapasitesi yaratmayı hedefliyor. Sağlık sektörü önümüzdeki dönemde büyüyecek sektörler arasında yer alıyor.
1999’dan beri Zeytinburnu’nda hizmet veren Özel Avrasya Hastanesi, yeni hastanesini Küçükköy’de hayata geçirdi. 94 hasta odası, 44 poliklinik, 7 ameliyathane, sosyal alanlar ve yönetim ofislerinden oluşan projede, Avrasya Grubu’na yeni bir kimlik ve daha modern bir bakış sağlamak amaçlanmış. Bu da mimari grubu hastane fonksiyonlarıyla uyum sağlayan yuvarlatılmış kenarlar ve kavisli formlar ile organik form arayışlarına ve fütüristik konsept kurgusuna ulaştırmış. Bu bağlamda iç mimariye ait yapısal detaylar ve malzeme seçimleri de şekillenmiş ve 3 boyutlu modelleme ve üretim teknikleriyle; akrilik, fiberglass gibi yüksek teknolojili kompozit malzemelerden üretilmiş.
Zoom ekibi, yatırımcı ve uygulama ekipleri arasında sağlanan, sürecin başından sonuna kadar olan iletişim ve uyumlu çalışma ortamı bu projenin başarılı ilerleyişinde etkin rol oynamış.
Hastane konusunda çokça deneyimi olan bir ofissiniz. Bu bilinçli bir tercih miydi? Bu konuda çalışmaya nasıl başladınız?
LEVENT ÇIRPICI: Hastaneciliği biz seçmedik aslında. Her ne kadar ben mimarlık, ortağım Atilla Kuzu iç mimarlık eğitimi almış olsa da, başlangıç pratiklerimiz farklı olmasına rağmen, ikimiz de iç mekan üzerine çok çalışmış insanlarız. Yaklaşık 5-10 yıllık deneyimlerimizden sonra ofisi açtık. Önceleri her şey “kopyala-yapıştır” mantığıyla, el yordamıyla, sonra biraz gezerek, mütevazı bir bütçeyle, kurgumuzu genişleterek, fiziki büyüklüğümüzü ve koşullarımızı iyileştirerek yapıldı. Mağazalar, AVM’ler, daha sonra kültür merkezleri ön plana çıktı. Örneğin Lütfi Kırdar Kongre Merkezi, bizim içinde bulunduğumuz bir projeydi.
Şimdi ise daha sert koşullarda çalışılıyor. İşverenler de daha acımasız. O nedenle biz de artık daha kontrollüyüz. Her ne kadar işe gereksinimimiz olsa da bazı şeyleri gözetiyoruz. Tabii bu süreçte sektör de değişiyor. O dönem tekstil işi ile uğraşanlar, şimdi inşaat sektöründe. İnşaat işindekilerin de bir kısmı sağlık bir kısmı turizm alanına yöneldi. Bu alanlarda da umduğunu bulamayanlar başka sektörlere geçtiler. Örneğin enerji sektörü ön plana çıktı. Bunlar bu şekilde kartezyen bölünmeler ya da buluşmalar olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi de eğitim ön planda.
Sonuç olarak; biz de sektörün bu şekilde getirdiği bir nokta olarak Acıbadem Sağlık’ta buluştuk. Çok şey öğrendik kendilerinden. İlk başta çok kozmetikti, yaklaşımlarımız. Önceleri tasarım ağırlıklı iken; işin içine medikal gereklilikler de girdi. Daha sonra farklı gruplar ile birlikte iş yapmaya başladık.
Biz başladığımızda özel sağlık sektörünün payı %8’lerdeyken şimdi %30’larda. Biz o %30’un içinde önemli bir yerdeyiz. Ama yine de çok küçüğüz; çünkü sağlık sektöründe en büyük aktör, devlet. Bu konuyu ben çok önemsiyorum. O alanda olmak çok önemli; fakat orası bir başka dünya. O dünya içinde her ne şekilde olursa olsun hareket edenleri takdir ediyorum. Çünkü 1 milyon m2, 3.500 yatak gibi inanılmaz rakamlar söz konusu.
ATİLLA KUZU: Sağlık sektörüne girişimizde bizim için her şey Carousel Alışveriş Merkezi projesi ile başladı. AVM’nin iç mimarisini yapıyorduk. Ana binanın hastane olarak değerlendirilmesi işi de bize gelmişti. O zamanki deneyimimizle farklı bir yaklaşım da getirmiştik. Örneğin; yuvarlak bir çekirdeğin çevresinde dolanan bir hasta koridoru tasarlamıştık ve de kabul görmüştü. Sonrasında, 1996’da Sevgi Hastanesi olarak başlayan bu projeyi Acıbadem devraldı ve bizi proje lejandlarından bulup, 2003 ya da 2004 yılında irtibata geçti. Daha sonra diğer sağlık kuruluşları da harekete geçti bu sektörde. Yavaş yavaş büyüyen bir dalga halini aldı ve devlet hastanelerine kadar yayıldı. Şu anda Sağlık Bakanlığı bizden danışmanlık alıyor. Söz konusu o kelebek etkisi bizi bu noktaya getirdi.
Sağlık Bakanlığı sizden bir proje için mi danışmanlık alıyor?
AK: 34 proje için alacak. Bir yıllığına imzalandı sözleşmemiz.
Avrasya Hastanesi projesine siz hangi aşamada dahil oldunuz?
LÇ: Avrasya Hastanesi bütün hastaneler içinde çok özelliği olan bir hastane. Sahibi, mimarlığa çok meraklı; kendisi aynı zamanda iyi bir hekim. Çok iyi bağlantıları var. Kendi amiral gemisini yapmak istemiş. Proje, bakanlıktan izinleri alınmış, betonarmenin çoğu bitmiş şekilde bize geldi. Biz medikal planlamada şunlar şunlar yapılmalı diye yönelendirmelerde, revizyonlarda bulunduk. Kesin plan ortaya çıktıktan sonra cephe etütlerini yaptık. Beraber bütçe, süre, dayanıklılık, hijyen gibi konularda onların da yetkilileri ile beraber defalarca yaptığımız toplantılar sonucunda kararlarımızı verdik ve ihaleler yapıldı. Her şey kontrollü ilerledi. Beraber konseptleri hazırladık, %80’in üzerinde bir oranla uygulamaya çalıştılar. Nahoş hiçbir şey olmadan tamamladığımız bir proje süreciydi. İşverenin de çok memnun olduğunu söyleyebilirim.
AK: Bu iş düşük bütçeli bir işti. Belki diğer hastanelerde göstermiş olduğumuz yaklaşımı burada optimize etmek gerekiyordu. Fakat tüm bunlara rağmen netice itibariyle hiç diğerlerini aratmayacak kadar iyi iç mimariye sahip bir iş çıktı ortaya ki biz ilk başta biraz endişeliydik. Ama hakikaten bize olan inançlarından ve bu işi yapma heyecanlarından kaynaklı pozitif bir süreç geçirdik.
Bu tip projelerde hangi aşamalara dahil oluyorsunuz?
LÇ: Mimari fitting’den medikal planlamaya kadar yapıyoruz. Bu konuda son 4-5 yıl içinde çok iyi çözüm ortaklarımız oluştu. Medikal planlama ile ilgili birçok partnerle birlikte çalışıyoruz. Yurt dışı pratiklerimiz arttı. Bu konunun öncüsü özellikle Amerika. Onlarla çok içli dışlı olduk. Tek sorunumuz her gün kendimizi geliştirdiğimiz konulardaki pratiklerimizi aktaramıyor oluşumuz. Projelerde ya süre yetmiyor ya da bütçe yetmiyor ya da mental olarak anlaşamıyoruz. İşveren tarafı da çok değişti. Biz bir yeri görmeden görmüş tüketmiş, biz bir formu, malzemeyi denemeden yanlış pratiklerle tüketmiş oluyorlar.
Çok zorlu bir dönem aslında ama işin tasarım kısmı, onu yönetmek, aktarımlar konusunda biz şanslıyız. Çok zorlanmıyoruz. Ama zorlandığımız kısım, işi yapılması gereken zamanda yapmak.
İşverenlerimizin bizi tercih etmeleri, sadece iyi hastane yapıyoruz olmamız ile değil de projeye değer katmamızla ilgili. Tabii ki buna onların da istekli olması lazım ama bizim de bu isteği doğru kullanabildiğimizi düşünüyorum.
Yapıya yeşil bina sertifikası almak üzerine bir süreç izlediniz mi?
LÇ: Öyle bir süreç izlemedik ama yeşil olmasına dikkat ettik. Sertifika almamış olsa bile bizim yaptığımız bütün işlerde zaten çok dikkat ediyoruz. İşveren tarafında da şimdiye kadar bu konuyla ilgili bir direniş görmedik. Ancak inovasyon konusunda genelde hem maliyetler hem süreler nedeniyle hem de kendi makul pratikleri devam ettiği için ikna etmekte zorlanıyoruz. Üzerine tartışılabilir ama çok detaylı konular. Ama yağmur suyu toplama, gri suyu yönetimi gibi temel şeyler yapılıyor. Hatta kojenerasyon kurarak daha ucuz elektrik elde edilmesi veya fotovoltaik piller ile desteklenmesi, yeraltı sularındaki ısı farklılıklarından ısı elde edilmesi gibi detayları birçok farklı projede uyguluyoruz. Hatta seçtiğimiz malzemelerin kaç km’den geldiğine ne kadar karbon salındığına da dikkat ediyoruz.
Tabii her birim için kendi içinde test edilmiş pratiklerimiz var. Onlardan da çok bilgi akışı oluyor. Oditoryum, satış ofisi, hastane, bunların her birinden farklı şeyler öğreniyoruz. Artık, “Ben bunu biliyorum, bu konuda tecrübeliyim, yılların mimarıyım,” diye bir şey yok.
Bir sağlık kompleksi için ne tür danışmalıklar almak gerekiyor?
LÇ: Çok fazla danışmanlık gerekiyor. Artık projelendirirken inşaatın içinde ekiplerin nasıl çalışacağını kurgulayıp, hangi mekanik ekiplerin, hangi malzemeyi, hangi koridordan, hangi saatler arasında taşıyacağından başlayıp şantiye içindeki iş akış yönetimine kadar danışmanlardan destek alarak yürütüyoruz. Sürdürülebilirlik üzerine de danışmanlık alınıyor. Hangi malzemeler hangi yapım teknikleri ile sürdürülebilir hale getirebilirizin danışmanlıkları var. Enerji yönetimi danışmanlığı da alıyoruz. Bir bakıyorsunuz güneş enerjisinin yoğun olduğu yerde yatırım yapıp, 10 yılda geri kazanamıyor. Ama kojenerasyon ünitesi koyarak doğal gaza zam gelmesine rağmen işveren tarafından baktığınızda %25 ekonomik bir enerji elde ediyorsunuz. Ya da sadece sıcak suyu karşılamak için o binanın bulunduğu arazi üzerinde yeraltı sularının ısı farklılığını hesaba vurduğunuzda garip bir ekonomi elde ediyorsunuz.
Bazı işverenler LEED’de çok iddialı olmak istiyor. Çünkü LEED artık kredi alımlarında da önemli. LEED’de ne kadar üst kademeden alırsanız daha çok kredi alıyorsunuz. Sermaye yapınıza katılım sağlanmasına, satın alınmanızda, borsaya açılmanızda, yabancı ortaklarda kolay iyi intiba bırakma noktasında LEED’deki puanınız oldukça etkili.
Artı olarak daha noktasal konular da var. Hangi bankoda kaç kişi çalışmalı, o çalışanların nitelikleri ne olmalı, onlara ne görevler atanacak gibi sorulara cevap veren özel danışmanlık şirketleri var.
Biz hastane projelerini çok titizlikle ve bir adanmışlık ruhu ile yapıyoruz. Her şeyi ben ve Atilla baş başa yapmıyoruz. Bu işe gönül vermiş, çok da severek yapan bir ekibimiz var.
Sektörün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
AK: İşverenler projeye verilen parayı hala çok görüyorlar. Proje süresi içinde vermiş olduğumuz rakam çok gözüküyor olabilir. Ancak proje sürecinde onların yapabileceği hatalardan kaynaklı harcadıkları malzemeyi, zamanı, enerjiyi onlara geri kazandıracağımız için aslında yanlış yapılan, sökülüp takılanların maliyetini toplasalar, işin bizim verdiğimiz proje rakamının herhalde 5 misli üzerinde olacağını göreceklerdir. Bunun bilincindeki bir işverenle henüz buluşamadık.
LÇ: Çok büyük sermaye gruplarının yaptığı yatırımlarda bile çok temel hatalar görüyorum. Siyasi desteklerle mi yapılıyor bunlar bilemiyorum. Ama yine bir “Anadolu Kaplanları” mantığı ile bu ülkede hata yapmamıza yol açacak diye endişe duyuyorum. Ne yazık ki haklı olduğum noktaları da görüyorum. Bu kadar yangın, deprem, çöküntü görmüş bir memleket olarak hala daha hızlı gitmek, ucuza yapmak gibi kaygılar ile hareket ediyoruz. Sosyal proje yok. “Sosyal proje” kavramı TOKİ üzerinden gidiyor hala. Orada da bir çeşitlendirme yapamıyoruz. TOKİ bugün, öyle ya da böyle, bir gerçeklik.
Bizim mesleklerimiz hep insan odaklı. Bu nedenle de sosyal projeleri çok önemsiyorum. Gayrimenkul sektörüne bakıyorum. Mükemmel projeler var ama işçilikler kötü. Ya da mükemmel işçilikler, çok büyük bütçeler söz konusu; ama projenin hiçbir sosyal yanı yok. Her şey etiket ve tabela üzerinden ilerliyor şu anda. Büyük ölçekli yabancı firmaların neleri düşünerek ne bütçeler ayırdığını da görüyoruz. Burada da nitelikli işler yapılıyor ama kaç tane? Maliyet noktasına gelindiğinde işler değişmeye başlıyor.
Belediyelerin sosyolojik, psikolojik bir veri dökümü var mı? Kaç kişi evsiz kaldı? Kaç kişi ile anlaşma sağlandı? Kaç dava ile sonuçlandı? Bunların kaçına Türk halkının açıkgözlü ve aceleci tavrı yansıdı? Ben bunlar ile ilgileniyorum. Geldiğim nokta itibari ile kanıta dayalı bir laboratuvar çalışması ya da altyapısı olmayan hiçbir proje ve kuruluşu ciddiye alamıyorum. Çünkü bunlar benim için değer üretmiyor.
Ar-Ge’miz yok, laboratuvarımız yok. Bunlar yetiyor mu insanlara? Devletin kurumlarında bile yetmiyor. Oradakiler bile bir şeyler yapmak istiyorlar. Biz sağlık sektöründe daha etkin olduğumuz için orada net bir şekilde bunu görebiliyoruz. Aynı şekilde şehircilikte, inşaatta da, mimaride de durum böyle. İyi bir noktaya geldiğimiz bir konu söyleyeyim: Cephe teknolojileri. İyi seramikler, vitrifiyeler, banyo armatürleri üretiyoruz.
Ama dışarıdan yabancı konuklarımız geldiği zaman gösterebileceğimiz, ziyaret etmek isteyecekleri bir sosyal konut kompleksimiz yok. Hepsi eklektik hepsi katliam olunca, olmuyor. Tamam çok büyüğüz ama Frank Gehry’nin Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni, Paris’teki Louis Vuitton Foundation binasını yılda yaklaşık 1’er milyon kişi ziyaret ediyor. Böyle şeyler yapmadıktan sonra Türk inşaat sektörü, hala yedek parça istasyonu gibi mi çalışacak? Karamsar olmak istemiyorum; iyi işler de var ama ne kadar iyi?
Şili örneği var. Alejandro Aravena’nın Pritzker Ödülü’nü almasından hemen sonra cumhurbaşkanı oraya gitti. Biz depremden ne kadar “illallah” dedik, değil mi? Şili de bir deprem ülkesi. Oradaki arkadaşlarım anlatıyordu. Depremlerin şiddeti 8-9’ları buluyor ama ölü yok. Adamlar bunu Türkiye’deki gibi büyük sanayilerle falan da yapmıyorlar üstelik; basite indirgenmiş mühendislik yöntemleri ile gerçekleştiriyorlar. Sosyal projeler üretiyorlar. Bizde hala bir şey, başka bir yere ihale ediliyor. Bu şekilde ilerliyor süreç. Haliyle bizim “iyi” dediğimiz işlerin de Batı’ya bakınca iyiliğinin derecesi tartışmalı bir hal alıyor. Ama bunu da tartışmıyoruz. “Biz neden bu betonarmelerin içinde yaşıyoruz?” sorusu sorulmuyor. Herkes kentlerde sıkıştırılıp yaşamak zorunda bırakılıyor.
Gayrimenkul Türkiye